17 Ekim 2017 Salı

ALPER ÖZ ALAN SAVUNMASI NATAMA DERGİSİ 2016

Alan Savunması Alper ÖZ “Kodlar yasadır. Sınırlar yaratır. Kodlar bizi belirler. Bugün yeni medya teknolojilerini kodların hayatımızı nasıl dönüştürdüğünü ve bizi nasıl belirlediğini bilmeden kullanmaktayız. Bu tehlikeli bir durum olabilir. Artık oyunun kurallarını tamamen kavrayamıyoruz. Kodları yazmadan ve bilmeden yaşıyoruz”(1) Şerif Mardin katıldığı bir TV programında "“privacy”" kavramını dile getirmişti. Yeni bir kavram değildi elbet ama çok önemsenen de bir kavram değildi, hâlâ da değil. “privacy”’nin daha önce dile getirdiği “mahalle baskısı” kadar toplumda rağbet görmeme sebeplerinin üzerine konuşulabilir. Belki “privacy” anlam olarak kişiselliğe vurgu yapıyor diyedir. Nihayetinde en basitinden aile kavramından başlanarak sürekli birlik beraberlik nutuklarının verildiği bir toplumdayız. Olası bir “privacy” savunması ile bireyci, egoist vs yaftası yemek arasında geçecek süre eminim çok uzun olmayacaktır. Programdaki konuşmanın metni şöyleydi “ ‘privacy’ diye bir kavram var; bu, insanın harimi ismetine dokunmamak manasında; buna dokunmak ve bunu öne çıkarmak Türkiye de büyük bir zafer sanılıyor; bunun aksine demokraside “privacy” diye bir şey vardır, bu davranış biçimi, tutumdur, sizin hususi hayatınıza girilmez diye bir ilkedir. Bu demokrasinin bir parçasıdır; “privacy” olmadan demokrasi olmaz; insanların hususi hayatlarındaki düşüncelerini çengelleyip ortaya çıkarmayı bir zafer sanmak; bu bize mahsus bir şey…”(2) Türkçe'de “privacy”’nin karşılığı olarak mahremiyet kullanılıyor ama mahremiyet tam karşılamıyor olabilir. Yani Şerif Mardin'in kullandığı şey "mahremiyet"ten çok "mahremiyet alanı" anlamındaydı. Farkına gelince: - "mahremiyet" daha çok "gizlilik" anlamında kullanılır(TDK) ya da Nişanyan'ın etimolojik tanımı: "yasak, tabu, töre uyarınca evlenilmesi yasak olan akraba". Yani çoğunluğun bilmemesi gereken, kişinin gizlemesi, sakınması gerektiğine inanılan şeydir. - Alan olarak tanımlandığında ise kişiye özel olan, mahremden farklı olarak herkesçe de bilinmesinde sakınca olmayan, ancak herkesin girip çıkamayacağı, saldıramayacağı, "toplumsal ahlakı zedeliyor" gibi nutukların sökmeyeceği yer demek oluyor, yani tanımından ötürü kişiye hareket imkânı sağlıyor. Mahrem alan yerine güncelde karşılığı olarak özel yaşam da kullanılabilir. Sennett, “Kamusal İnsanın Çöküşü” kitabında özel yaşamın Roma ile modern çağda farklı gelişmesinin nedeninin özel yaşama verilen anlamdan ötürü olduğunu yazar: “Romalı birey, özel yaşamın kamunun karşısına koyabilmek için bir başka ilke, dünyanın dinsel bakımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışına girmişti. Özel yaşamımızda bizim aradığımız ise aslında bir ilke değil, psişemizin ne olduğuna, duygularımızda neyin sahici olduğuna ilişkin bir düşünümdür. Özel yaşamı; yani kendi başımıza, ailemizle ve yakın arkadaşlarımızla baş başa kalmayı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındayız”(3). Özel yaşamdan[özel yaşam süresinden] beklentimiz, onu, kendi üretimimiz için veya en azından yakın çevremizle baş başa harcayabilmemiz. Her iki durumun da doğal sonucu olarak özel yaşam ile toplumsal yaşam arasında bir sınır çizmemiz gerekiyor ki zaman geçirmek istediklerimiz dışındakileri özel yaşamdan saymayalım, kendimize alan yaratalım. Bu aşamada, sınırı belirlemenin zorluğu ile karşı karşıya kalacağımızı öngörebiliyoruz. Çünkü aradığımız veya kurmaya çalıştığımız alanın somut netliği yok. Benek Çinçik’in 2013 tarihli yüksek lisans tezinde değindiği üzere, kişisel mekân konusunu ilk ortaya atan Katz olmuş. Katz’ın 1937’de öne sürdüğü kavramı Heidegger 1950’de “her hayvanın çevresini bir balon veya hava kabarcığı gibi kuşatarak kendisi ve diğer hayvanlar arasında uygun bir mesafeye izin vermek” olarak tanımlamış. Son olarak da Hall 1963-1969 yılları arasındaki çalışmalarının sonucu olarak Proksemik Teori’yi ortaya atarak olaya tamamen fiziksel nitelik katmış ve kişisel mekânı mesafeler cinsinden ifade etmiş(4). Hall’ın mekân tanımlamalarından kişiye ait en özel alan 0-45cm ile “yakın mesafe”dir. Burası yakınlarla kurulan ilişkilerin mesafesidir; Sevgili, çocuklar, yakın aile, eş dostun olduğu alan(5). Toplu taşıma, asansör kullanırken huzursuzluğumuzun sebebi bu mesafeyi paylaşmak zorunda kalmamızdır. Peki, insanların içgüdüsel olarak kendilerini güvende hissetmek üzere belirledikleri bu fiziksel sınırlar, fiziksel güvenliği sağlarken, daha soyut kavramlar olarak insanlara düşüncelerini geliştirebilecekleri, üretimlerini ortaya koyabilecekleri bir korunaklı alan da sağlar mı? Tarde’ın “varolmak, farklılaşmaktır”(6) ifadesine atıfla, insanın kendini var edeceği boyutta farklılaşacağı imkânları sunmaya yeterli olacak mıdır? Yakın mesafe, yakınlarla ilişki kurulabilen mesafe olarak tanımlanıyor. Dışarıda bırakmak istediğimiz diğer çevrelerin bu tanımları manipüle ederek yakın mesafe sınırını aşmaya teşebbüs etmeyeceklerinin garantisi yok. Aileye ve yakın çevreye bu derece önem atfederek, şirketlere, yiyecek içecek mekânlarına, okullara vs. tanıtım kanallarında taarruz edebilecekleri yeni bir kapı da bırakmış oluyoruz; “aile sıcaklığı”, “biz bir aileyiz”, “anne eli değmiş” gibi öbekler öne çıkarılıyor. Aynı durum özel yaşamını kamusal yaşamın ardında tutup kendinden önce dinini, milletini, örgütünü, partisini var eden, onlar varsa ben varım diyen taraf için de kullanılıyor. Bu sefer de bu kavramların yüceltilmesine dayanan tanıtımlar, konuşmalar ile kuşatılıyoruz. Vestel’in üreteceği “yerli” akıllı telefon modeli için çektirdiği reklam filminde, çalışanların ve ailelerinin üstlendikleri etiketlerin nasıl manipüle edildiğini gösteren bir metinle karşı karşıya kaldık. Yerli vurgusu ile zaten en başından alıcının gönlünde kurduğu tahtı, metnin akışıyla çalışanının kafasında da edinmeye çalışıyor. Ailesiyle yemek yemeyen, arkadaşlarıyla maç yapmayan, çok yemek istediği peyniri iş çıkış saati sebebiyle bakkaldan alamayan, sinemaya gidemeyen, ebeveynini uykusuz bırakan çünkü ülkeleri için, toprakları için, vatan millet için bir telefon üreten çalışan tipi; şirket, deadline, seri üretim, kâr falan değildir yani olay. Sorulunca bunu kendileri de söyler. Bu hikâyeleri o kadar dinlemişlerdir ki o kadar iyi anlatılmıştır ki dinlerken kendilerini unutup bu kelimeleri tekrara başlarlar. Şirketlerdeki motivasyon konuşmalarından duyduklarını yakın çevrelerine anlatmaya başlarlar. Dolayısıyla bu şirketlerde çalışanlardan, ürünlere dair dinleyeceklerimiz, reklam metinlerinde duyduklarımızdan çok farklı olmayacaktır, belki meslek icabı ekleyecekleri birkaç teknik ayrıntı. Yaratıp tüketiciye sunduğu bu beyaz yaka mavi yaka modeli ile hem kendi çalışanının motivasyonunu sağlıyor hem alıcının duygusal yanını okşuyor, belki okşamıyor, saldırıyor. Bu kadar tavizle çalışmanın “Niçin”ine kendi yanıtı olmadan, ezberletilen cevaplarla açıklama getiren ve sadece “Ne” yaptığını bilen üretim ordusu. Bu saldırılar arttıkça kişinin kendi adına/kendinden söyleyeceği şeyler azalıyor. Jargon ve hitap tonlamaları bu taarruzlar sonucu tek tipleştirilmiş oluyor. Yani üzerimize aldığımız her etiket, her aidiyet ünvanı ile kendimizi var ettiğimizi düşünebiliriz. Öte yanda, etiket sayısı arttıkça sınırımızı muğlaklaştırmış olduğumuzu gözden kaçırabiliriz. Her ne kadar sınır bizi tanımlayacak bir etkenmiş gibi görünse de uygun pasaportla yaklaşmayı bilen herkesi içeri almanın önünü açmış oluyoruz aslında. Şirket üzerinden daha güncel örnekleme yapacak olursam, cep telefonları, kişisel bilgisayarlar vb araçlarımız, hepsi 45cm’nin içinde, bu da demek oluyor ki ofisimiz 45cm’nin dışında kalmış olsa da mail bildirimleri ile iş hayatımız her an yanıbaşımızda. Sınır her koşulda deliniyor; zihinsel ve fiziksel. İletişim için gerekli olanın gönderici, mesaj ve alıcı olduğunu biliyoruz(7). Şimdi bu sürece insanlar için tekrardan bakalım, gönderici ve alıcı, iş yerlerinden, reklamlardan, kişisel gelişim kanallarından vs gelen taarruzlarla yeniden üretilmiş; mesaj ise günümüz iletişim kanallarına bakınca bazen kaynağı bile bilinmeyen kodlama yöntemleri ile aktarılıyor. Hal böyle olunca her ne kadar tarafı olsak da iletişim, bizden bağımsız, belli başlı şirketlerin kod algoritmalarının inisiyatifinde ilerleyen bir süreç haline geliyor. Konuşma, yazışma gibi geleneksel yöntemler bile yukarıda bahsettiğim etkenlerle tek tipleştirilen, sınırlandırılan kelime haznesine sahip dil sebebiyle, isteneni aktarmaktan uzaklaşmış durumda. Bu kısır dil, hem içinde kavrulacağımız alanı belirliyor hem sınırın kendisini ifade ediyor. Muktedirin Sınırları vs Mahremiyet Sınırı Muktedir, kendi lehinde insan inşa ederken dil ve fiilerle başlıyor. Burada muktedir olarak devleti alıp örnekleme yapayım. Kısa bir hatırlatma yaparak devam edelim: İçki reklamları yasaklandı, içki satışı sınırlandı, binlerce kez tüm alenilikleri ile izlediğimiz Yeşilçam filmlerindeki sigaralar bile çiçeklendi. Dizi sahnelerinde duvarda görülen dekolteli tablolar, çıplak heykeller bile buzlandı. Apollinaire Davası, Fareler ve İnsanlar’ın ananelerimize uygunsuz bulunması gibi trajikomik vakalarla karşılaştık, bir yerden sonra takipte zorlanır olduk zaten. Yazılı halde bulunan ve geleneklere aykırı olduğu düşünülen bu kitaplarla yeterince uğraştıktan sonra olay bir tık ileri gitti. Yani TV, bakkal, yayınevi gibi devletle vergi ve işletme yönünden bağı olan kurumlardan sonra alan daraldı. Konu gençlerin evlilikleri, çocuk sayısı, sokakta dolaşma şekilleri, kahkahaları, LGBTİ olma durumları oldu. “privacy”’e karşı geleneklere dayandırılan güçlü bir söylem geliştirdikten sonra ataklar başladı. Aile kurumunun kendisi bile tartışılabilecekken, ailelere çocuk yapmanın ve yapılacak çocuk sayısının bir görev olarak tenkidine başlandı. Kızlı erkekli yaşamanın anormalleştirilmesi girdi sıraya, bir ara evlenen gençlerin kredi borçlarının silinmesine kadar gitti. Bu aşama artık devletin resmi olarak mahrem alanlara girmeye başladığının ilanıydı. Bu aile yatırımları birçok ülkede var bildiğim kadarıyla. Avrupa da yaşlanan nüfusuna çare olarak uyguluyor bunu. Devlet için çocuk, devletin(aslında iktidarın) bekası demekti ve bunun için her türlü yatırım mubahtı. Aile de “ben yapamadım ama çocuğum güzel imkânlara doğacak, benden iyisini yapacak” motivasyonuyla bir hayli mutluydu. Yazının başlarında Sennett’en alıntıladığım modern özel yaşam tanımının temel bileşenlerini oluşturan kişi, ailesi ve yakın çevresi de böylece iktidar eliyle şekillendirilmeye başlanmış oluyordu. Kitlelere o kadar dâhil edilmiş ve dâhil edildikçe o kadar sessizleştirilmiş ve kitle için o kadar her şeylerini vermeye hazır durumda ki insanlar, kitlenin çıkarları her şeyin önünde, hiçbir isteğine ses çıkarmak yok. İşin hazin tarafı kitle çıkarları da yeme, içme, barınma gibi doğal çıkarlar değil yönetici iktidarın belirlediği kitle için sanal ve sadece iktidar kanadında somut karşılıkları olan çıkarlar; gözetlemeyi ve kontrolü kolaylaştıran araçlar. Kabullenme seviyesi o kadar yüksek ki mahrem alanı bile buna feda edecek konumda herkes. Ses çıkarırsan hainsin! Ocusun, bucusun! “Her hâkimiyet biçimi de yasaları kendi çıkarlarına uyacak biçimde çıkarır. Demokraside demokratik yasalar, tiranlıkta tiranca yasalar çıkarılır, vesaire. Bu yasaları koyarken yönetici konumunda olanlar, kendi çıkarlarına olan bu yasaların halkın da çıkarına olduğunu öne sürerler. Bu yasaları ihlal edenleri de yasaya ve adalete karşı geliyor, diye suçlu bulurlar”(8). Burada Şerif Mardin’in demokrasinin olmazsa olmazlarından saydığı “privacy”yi nereye konumlandıracağımızı kestiremez durumdayız çünkü privacy, "herkesin girip çıkamayacağı yer" idi. İki seçeneğimiz var ya privacy tanımı Roma vs Modern Çağ’da olduğu gibi artık güncel değil ya da artık “privacy” yok.
Sayfa Kaynağını Görüntüle
42 Maslak’ta "Bilinmeyen Kod" sergisinde Mehmet Ali Boran'ın "Alan Savunması"(2011, Fotoğraf Yerleştirme, 80x120)
Mehmet Ali Boran'ın "Alan Savunması” çalışması bana "mahremiyet alanı"nın ne şekilde savunulması gerektiğini düşündürmüştü. Oldukça geniş bir arazi, arazinin bir yerinde kum torbalarından kurduğu barikatın arkasında güneş gözlüğü, havlusu ve şortu ile güneşlenen bir adam. Güneşlerken etrafı kolaçan etme ihtiyacı da duyuyor. Şimdi bunu yazının şimdiye kadarki kısmına uyarlayalım. O kadar geniş bir arazide güneşlenmek gibi gayet zevkli ve kişisel bir amaçla, hatta savunmasız halde bulunmasına rağmen etraftan gelebilecek saldırıları da düşünmeden edemiyor. Bunun için bulunduğu arazi göz önüne alındığında işe yaramayacak da olsa, siper inşa etme ihtiyacı duyuyor ve etrafı sık sık gözetliyor, rahatını alabileceği şekilde uzanamıyor bile. Zaten tanımından ve varlığının doğal sebebi olarak, kimsenin girmemesi gereken bir alan olan mahrem alanı korumak için önlemler alıyor. Bu durum tam olarak da günümüzde maruz kaldığımız yaşama şekli. İletişim imkânlarının gelişmesi ile bizi yatağımıza kadar kovalayan iş planları, gündem hashtag’leri, facebook postları, gazete manşetleri, devlet kuralları. Kendini özgür hisseden insan, aslında o özgürlük alanında bu bombardımanın yarattığı çerçevede özgür olabiliyor. Kafasını çerçevenin dışarısına çıkarabileceği fırsatı nadiren buluyor. Sabah uyanıp işine-okuluna gidiyor, iş kuralları; akşam evine geliyor varsa aileye dair görevler, yoksa sosyal medya-TV bombardımanı, beğen ve paylaş, retweet’le, post ile deşarj ol… bilmediğin kod dizinlerinin yarattığı imkanlar dahilinde yaşa, kendini ifade et, özgürleş. Bir yandan o kod dizinleri hayatını yedeklesin, analiz etsin ve buna uygun çıkarımlarla seni yönlendirsin; senin müdahil olamadığın ama seni temsil eden bir profil. Sanat(çın)ın Alanı ve Sınırları Delmek Konu kişisel alan olunca, söz illa sanatçıya gelecekti, sanatçının üretimini nereye koymak gerekiyor? Kaldı ki konu sadece sanatçının değil sanatın da sınırlarını gündeme getiriyor. “Neden söz açacaktır sanat? Toplumun istediği ile yetinirse, dar bir eğlence aracı olur çoğunlukla. Bunu yapmasa; sanatçı, kendi düşlerinin içine çekilme kararını alsa, bir reddin deyimlenmesinden başka bir şey olmayacak. Böylelikle eğlendiriciler, ya da gramer kuralcıları edebiyatına düşeceğiz. Her iki halde de, yaşayan gerçekten kesilmiş bir sanat olacaktır bu”(9) Sanatçının konuyla ilgili ikilemleri değişmedi; “Sen sanatınla ilgilen, buralar senin alanın değil” ve “halk burada, sanatçılar nerede” türevli iki kanat arasında gidip geliyor. Son birkaç yılda yaşanan kitlesel olaylarda(Gezi, terör, patlatılan bombalar, Doğu, Suriye, Filistin…) bahsettiğim iki kanat çerçevesinde sanatçılar da nasibini aldı. Bu nasiplenme sosyal medya linçi olarak daha rahat hissedilmeye başlandı. Geziciler neden tankın önünde değil, Batı’dakiler neden Doğu’daki ablukayı delmiyor, Filistin’de çocuklar ölürken sustun, Kobane’ye ise duyar kasıyorsun… Evet, insanlar en ölümcül hengâmenin içinde bile sanatçıyı övmek/yermek için zaman yaratabiliyorlar. Sanatçı, üretimini kendi alanında yapma hakkına sahiptir, zaten bu alan bu sebepten talep ediliyor. Özgür olmayan, privacy’ye sahip olmayan bir sanatçı tanımını kabul etmek çok zor olmalı. Burada “Özgür sanatçı, özgür insan gibi rahatını düşünen insan değildir. Özgür sanatçı, güçlükle kendi düzenini yaratandır”(10) diye yazan Camus’u ve ilişkili olarak tekrardan “varolmak, farklılaşmaktır”ı anmak gerek. Elbet yaşadığı çağın etkilerini hissedecek, olanları doğrudan ya da kendi sınırlarından süzerek eserlerine yansıtacak, bu tamamen kendi tercihidir. Süreci kendi üretim tercihleri, kendi düzeni kapsamında ele alır, işler. Ancak toplumun beklediği şekilde, yaşanan her olayda hazır bulunup durum üzerine bir çift söz söylemek, analiz yapmak, olayı alıp hemencik eserine yansıtmak gibi davranışlar sanatçıdan beklentiler kapsamında olmamalıdır. Sanatçıya atfedilen görev, herkesin yaşadığı mutlulukların, çektiği acıların yazıcılığı olmamalıdır. Belki gazeteci, belki arşivcilerin, tarihçilerin işi olabilir, sanatçının değil. Radikal Gazetesi basılı çıkarken Yılmaz Erdoğan’a öyle bir misyon verilmişti. Yaşanan olayı takip eden günlerde ilk sayfadan alt alta konulmuş Yılmaz Erdoğan cümleleri yayınlanırdı. Evet, gazetede ve ilk sayfadan, o cümlelerin yeri orasıdır çünkü. Sanat olup olmadıkları, bir sanatçı tarafından kaleme alınıp alınmadıkları tartışmaya açıktır. Baskın görüşüm daha çok poz oldukları yönünde. Mehmet Ali Boran’ın yine “Bilinmeyen Kod/Code Unknown” sergisinde yer alan “Sınırın İçinde /In The Midst Of The Border”(5’, 2014) adlı video çalışması sanatçıların sık sık yaşadığı bu ikilemini irdeliyor. Boran’ın diğer çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmasında da soyut kavramlar bir nevi somutlaştırılmış halde de yer alıyor. Videoda, sınırın diğer tarafına yasal olmayan yollarla geçmeye çalışan bir sanatçı ve bu amacını gerçekleştirmesine yardımcı olacak olan kaçakçı vardır. Olaya odaklanma aslında karakter seçimiyle başlıyor. Kaçakçı sınırı rutin olarak delendir, bunu para kazanma amaçlı yapar. Sanatçı sınırı delmek isteyendir, parasal hiçbir beklentisi yoktur. Yani aşılacak olan sınır aynı ancak aşmanın sonuçları farklı olacak. Sanatçının diğer yakaya geçmek istemesinin sebebi orada yaşanan çatışmaları sanatıyla durdurabileceğine inanmasıdır. Kaçakçının sınırı geçer geçmez parasını aldığı(amacını gerçekleştirdiği) düşünülürse, sanatçı daha soyut, uzun vadeli ve sonucu belirsiz bir amaç peşindedir. Doğası gereği sürekli olarak bir sınır aşma peşinde haliyle. Video, sınırı geçme aşamasında geçiyor, ara ara kaçakçı ile sanatçı durup devriyelerden, nöbetçilerden, köylülerden saklanmak zorundadır. O durmalarda sohbetler ediliyor. Kaçakçı, sanatçının neden diğer yakaya geçmek istediğini bu sohbetlerde öğreniyor. Akabinde sanatın fiziksel bir gücü olmadığından, hatta internet, gazeteler, barış güçleri bile bir şey yapamazken sanatın herhangi bir çözüm sunamayacağından bahseder, vazgeçirmeye çalışır. Bunun sanatçı da farkındadır, bunun için uzun vadeli bir plan yapmıştır, önce insanların yönünü sanata çevirecektir, yüreklerine sevgi, güzellik bulaşan insanlar sanatın gücünü görecek ve çatışmalar duracaktır. Kaçakçı görece daha gerçekçi ve ironik bakışıyla, “geldiğin yerdeki insanların yönünü sanata çevirdin de sınırın diğer yanındakilerin yönünü çevirmek kaldı”. Sanatçı vazgeçmez, kaçakçı üstelemez, işine bakar. Bahsettiğim soyut kavramların bir nevi somutlaşmasına bakalım; Sanatçı burada “sen sanatçısın işine bak” ile “dünyada yaşanan bir soruna sanatçıların da parmak basması, müdahale etmesi gerekir” görüşleri arasındaki sınırı aşmaya çalışırken bir yandan da yaşadığı yer ile çatışmanın(sorunun) olduğu yer arasındaki sınırı, tel örgüyü aşmaya çalışmaktadır. Bunu yapmak için kaçakçıyla ortak hareket etmek zorundadır. Her ne kadar tamamen kendi amacı için çalışmak istese de bunu çevresindeki ve hatta kendiyle tamamen zıt olan bireyler/görüşlerle ortaklaşmak zorunda kalmak, çok yabancı olduğumuz bir durum değil. Serginin küratörü Ebru Yetişkin, katalog yazısında “Günümüz koşullarında bilgi-iktidarın nasıl yeniden üretildiğini, hatta kalmaya çalışanların ve hatta kalamayanların eylem yolları izlenerek keşfedilmeye çalışılıyor. Sanata, sanatçıya ve sanat eleştirmenine atfedilmiş güncel işlevler güncel kodlarla yeniden sorgulanıyor”(11) diyor. Mehmet Ali Boran da güncel kodlarla sanatçının sınır kaygısını yeniden sorguluyor. Bunu hem çalışmanın içeriği olarak hem kullandığı teknik ile kendi düzenini kurarak gerçekliyor. Camus’un özgür sanatçısı olma yolunda atılmış ciddi bir adım olarak düşünülebilir. Sanatçı, kendi sınırları dâhil sınırları aştıkça, farklılaştıkça var oluyor.
SINIR, 2014 Mehmet Ali Boran Video 5’
Henüz alanlarını teslim etmeyen azınlık öyle bir noktaya geldi/geliyor ki alanlarını koruyabilmesi için siperlerin arkasına geçmesi gerekecek. Siper arkasında klasik barutlu, namlulu yani ateşli silahlarla olmaz bu iş gibi geliyor. Çünkü alanlarını teslim edenler silah altında teslim etmiyor ki silahla geri alsın. Olay düşüncelerin ve farklılıkların teslim edilmesinde gibi görünüyor. Bunun için aynı anda hem siperimiz hem atak gücümüz olabilecek yöntemler aramak, geliştirmek bir zorunluluk olacak. Alanı korumak için bir yerlerin, birilerinin yanında, manipülasyona açık etiketlerle var olmaktan çok; Romalı bireyin izinde, Tarde’ın ifadesi kapsamında, alanın içinde üretimimizle, kendimiz olarak; var ettiğimiz ve bizi var eden farklılıklarımızla pozisyon almamız gerekecek. Kaynakça:
1- Ebru Yetişkin, “Bilinmeyen Kod/Code Unknown” Sergi Kataloğu: http://ebruyetiskin.com/lib/code_unknown.pdf adresinden alındı
2- Şerif Mardin Yazı İşleri Özel'de[16 Eylül 2010 Perşembe] - http://www.ntv.com.tr/turkiye/serif-mardin-yazi-isleri-ozelde,EqbSbsjHnkC6_D6UquSWxQ
3- Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı – 2013, Syf: 16
4- Benek Çinçik, 2013, “Kentsel Mekan-Birey Etkileşimi: Kentsel Mekana “Affekt” Üzerinden Bakmak”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul
5- Proxemic Theory[Wikipedia – 10 Ağustos 2016], https://en.wikipedia.org/wiki/Proxemics
6- Gabriel de Tarde, Monadoloji ve Sosyoloji, Öteki Yayınevi, 2. Basım – Şubat 2007, Syf: 64
7- Alper ÖZ, “Kitle: İletişememe Araçları”, Natama, Sayı 10 – Nisan 2015, Syf: 64
8- Platon, Devlet, Bordo Siyah Yayınları – Dünya Klasikleri, Syf: 42
9- Albert Camus, Sanatçı ve Çağı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı – 1965, Syf: 29
10- Albert Camus, age, Syf: 49
11- Ebru Yetişkin, age, Syf: 8 - Teorik Bakış dergisinin Mayıs 2014 tarihli “Kapatılma” sayısı konuya dair kapsamlı bir çalışma olmuş. Kapatılmaya dair bir okuma önerisi olarak kabul edilebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder