''İstanbul'da Hıyar, Mardin'de Cacık Mı Olduk?''
Yaşamını ve üretimlerini Mardin’in
Kızıltepe ilçesinde sürdüren fotoğraf, video ve enstalasyon sanatçısı Mehmet
Ali Boran 3. Mardin Bienali’nin açılışında ''Mendilimde Birkaç Oya'' isimli,
bienalden bağımsız ve korsan bir performans gerçekleştirdi. Mardin’li sanatçılardan
Fatih Tan sanatçı Boran ile Mardin Bienali’nde gerçekleştirdiği işinin üretim
sürecini ve bienali konuştular.
Fatih
Tan: Senin naif performansından başlamak istiyorum, Bienal açılışı sırasında
sırt çantandan çıkardığın sarı zarflar içinde mendiller dağıtıyordun. Bienal
dahilinde yapılan bir performans olarak algılandı; hatta bienal açılışında halay
başının elinde sallanan bir mendilini gördüm. Herhalde hedeflediğin ironi
fazlasıyla gerçekleşmişti. Sonrasında anlaşıldı ki sen bağımsız eleştirel bir
performans yapıyordun. Mendillerin üzerinde iğneyle nakşettiğin ''O Mardin
Biennial Welcome'' (‘Hoş geldin ey Mardin Bienali’) yazısı vardı. Malzeme
olarak mendil seçme nedenin neydi? Ve son olarak mendilin üzerindeki yazıyı
bize biraz açabilir misin? O yazıyla bizlere ne anlatmak istedin?
Mehmet Ali Boran: ''Mendilimde Birkaç Oya'' adındaki 3.Mardin Bienalinin açılışında
gerçekleştirdiğim performans 1. ve 2. Mardin Bienali’yle gerçekleştirilmeye
çalışılan ancak bir türlü tamamlanamayan ve 3. Mardin Bienaliyle devam ettirilmek
istenen Mardin'e dair yersiz anlatılarla bezenmiş, bienal ve
benzeri etkinliklerin ortaya koymaya çalıştıkları kavramlar etrafında dönen ve
oluşturulmaya çalıştıkları algıya karşı bir duruştu.
2010 ve 2012
yıllarında gerçekleşen Mardin bienallerinin açılış törenlerinde bütün geceye ve
bienale damgasını vuran davullu zurnalı, sazlı sözlü özellikle şivesi bol olan
çocuklarla devam eden bienalde bir eksiklik gözlerden kaçıyordu. Halayın başını
çekenlerin ellerinde sallayacak mendilleri yoktu. Ben de bir sanatçı olarak
bienal tarafından halay ve benzeri faaliyetlerle oluşturulmaya çalışılan bu
algının eksik kalan bu kısmını tamamlamak adına 3. Bienal için kültürel
öğelerle bezenmiş bir mendil yapmak için yola koyuldum.
25x25 ebatlarda
kırmızı pamuklu bir mendil üzerine klasik bir Mardin silueti düşündüm; bir dağ,
dağın sol tarafında cami minaresi, sağında ise kilisenin çan kulesi, bunların
üzerinde uçuşan güvercinler, siluetin altında da ''O Mardin Biennial Welcome''
yazısını yerleştirdikten sonra Kızıltepe'de (Mardin) bir terzinin yolunu
tuttum. Birkaç hafta sonrada kırmızı pamuklu bezin üzerine nakşedilmiş
tasarımım mendile dönüşmüş halde bana teslim edildi. Sarı zarfların içerisine
teker teker katlanarak yerleştirilen mendiller 3. Mardin Bienali’nin açılış
töreninde konuklara dağıtıldı. Kimileri zarftan mendilleri çıkarıp katladı ve
ceketinin mendil cebine yerleştirdi. Bazıları mendilin üzerindeki yazıyı okuyup
''Hoşgeldin Ey(kutsal) Mardin Bienali'' yazısını okuyup burun kıvırdı. Kimisi
bunun bienal ekibinin bir armağanı zannedip dostlarına hediye etmek için
çantasına yerleştirdi. Birilari de mendili alıp halayın başında sallandırdı ve
göbek attı. Şu anda Mardin'de otantik malzemeler satan bir dükkânda satışını
gerçekleştiriyoruz.
Mardin Bienali
konseptine değinmek istiyorum. ''Mitolojiler''i kavram olarak güncel sanatta
nasıl konumlandırıyorsun? Bir ikincisi ölçeği biraz düşürürsek Mardin özelinde
ne gibi mitolojik figür ve hikâyeler var? Çünkü 1. ve 2. Mardin Bienallerinin
konsepti de aynı minvalde yazıldı, dolayısıyla Mardin'in gerçeği mütemadiyen
bir ''mit'' olgusuna bağlanıyor. Bunları bize açabilir misin?
Evet, bağlamından
koparılmaya çalışılan bir şehir anlatısı var. Ağızdan ağıza dolaşan anneannemizden
annemize, annemizden bize, bizden de çocuklarımıza ve torunlarımıza aktarılan
sadece Mardin'e özgü tek gözlü uçan kahraman hikâyelerini duymadım, bilmiyorum.
Ancak Mardin'de bir şahmeran hikâyesini herkes kadar ben de iyi bilirim. Hatta
bununla ilgili 2013 yılında bir fotoğraf çalışması gerçekleştirdim. Mardin'de
güneşli bir günde berber getirip şahmeranı evin damına çıkartıp tıraş ettim,
onu gün yüzüne çıkardım. (''Şahmeran'' dijital baskı 2013)
Annemin annesinden
dinlemiş olduğu ve annesinin birebir maruz kaldığı cumhuriyet döneminden hemen önce başlayan Ermeni katliamının ne denli korkunç olduğunu anlatan hikâyeleri çokça
dinledim. Benim jenerasyonum dâhil burada yaşayan herkesin Ermeni soykırımına
dair birçok dinlemişliği vardır. Fatih Akın bunu ''The Cut'' (Kesik) adlı filminde
belgeledi.
İlginçtir, bienalin
ana mekanlarından ''Mor Efrem Manastırı'' bir Ermeni manastırıdır. Ayrıca
bienalin bir diğer ana mekânı olan ''Alman Karargahı'' Atanyam adında varlıklı
bir Ermeni ailenin konağıydı. Ama maalesef 3. Mardin Bienalinin de konsepti
katliamın 100. yılında mitolojilere bağlandı. Keza 1990'larda yaşanan siyasi
çatışmaların 2000'li yılların başında dönüştüğü travmalar ve bugün hala süren
politik gerilimler Mardin'de yaşamın ta kendisidir. Tüm bu anlattıklarım
Mardin'de gündelik yaşamın bir parçası iken, bienal ekibinin kavramsal
çerçevesi mitolojiler olarak belirlendi. Ve ortaya bu şekilde konuldu, ulusal
ve uluslar arası medyaya bu şekilde duyuruldu. Mardin'in üzerinden üç koca
bienal geçti! 1. ve 2.'si ile ortaya konan konsept yani bu şehir için sorun
teşkil ettiği düşünülen veyahut sanatsal bir konu olarak irdelenmesi gereken
konulara bu bienallerle çözüm bulunamadı, ya da izleyicilere ‘idrak ettirilemedi’!
Aynı konu 3. Mardin
Bienali’nde Ali Artun tarafından bir kez daha kaleme alındı. 1.Mardin Bienali’nde
''Abbara kadabra'' olarak ortaya konuldu. Mardin'in sihirli abbaralarının
olduğu ve bu abbaralarının içinde, yanında, ötesinde, berisinde sihirli
taşlarla örülü kültürel kardeşlik ve beraberlik hikâyesinin saklı olduğu ve
bunların ancak büyücüler aracılığıyla yapacağımız sihirlerle görebileceğimizi
bizlere sunmaya çalıştı.
2. Mardin Bienali
de 2012 yılında ''Duble Bakış'' başlığıyla hazırlandı. Bu konseptte kavramsal
çerçeve şöyle belirlendi ve şunları bizlere irdeletmeye çalıştı: “Mardin'de
yapacağınız seyahatlerin sayısını ikiye çıkarın, çünkü Mardin'in büyülü
kardeşlik ve kültürel beraberlik ve mimari yapısına bir kere bakarak
anlayamazsınız; ikinci bir defa daha bakın, belki büyülü, sihirli, kültürel
kardeşlik ve mitos yönlerini görebilirsiniz.” 2. Mardin Bienali sonrası
verdiğim röportajda ilk iki Mardin Bienallerindeki konseptlerin aynı olduğuna
değinmiştim. Umarım bir daha yazmak veya yeni bir performans yapmak durumunda
kalmam.
3. Mardin Bienali
ise senin de söylediğin gibi ilk ikisinin devamı niteliğinde. Yani şöyle olmuş
oluyor; 1.'sinde bir kavramsal çerçeve belirlendi. Sanatçılar bienal konseptine
uygun işler üretti. Küratöryel yerleştirme gerçekleşti. Sanat izleyicileri,
sanat tacirleri, basın, galericiler bienali gördü ama maalesef kavramsal
çerçeve bienal tarafından bize idrak ettirilmemiş veya biz onu algılayamamış
olduğumuzdan ötürü 2. Mardin Bienali de aynı kavramsal çerçevede ve bu kez
farklı bir isim altında bizlere sunuldu. 2. bienalde de bu kıymetli konu idrak
ettirilmemiş olduğundan olsa gerek 3. Bienalde de yine ''Mitolojiler'' adı
altında bizlere sunulmaya başlandı.
13. İstanbul
Bienali devam ederken bir internet sayfasında ''Anne, ben hıyar mıyım?'' adında
eleştirel bir yazı yayınlayan Ali Artun başta kavramsal çerçeve olmak üzere 13.
İstanbul Bienali’ne haklı eleştiriler sıralıyordu. Gezi sonrası
İstanbul'da ''Kamusal Alan'' konseptiyle
izleyicilerinin karşısına çıkması büyük bir gaftı. Ayrıca, küratöryel
yerleştirmelerden dem vurup İstanbul Bienali’nin, kendisine göre (ki bana göre
de öyleydi) arızalarını saptayıp, biz okuyucularına güzel bir metinle
sunup, izleyicileri de ima ederek “Anne,
ben hıyar mıyım?” sorusunu sordurtuyordu. Peki, İstanbul Bienali’nin kendi
sanatsal hassasiyetlerini sınayarak İstanbul Bienali’ndeki arızalara görünürlük
kazandıran Ali Artun Mardin'de neden arızanın kendisi oluyor? Ali Artun'un
kendisi de bunun bir bienalden çok kültürel bir etkinlik olduğunun başından
farkında mıydı? Avangart dönemlerde bile bu tür reel yaşamla ilintisi kestirilemeyen
mitolojiler gibi bir kavramın sanata konu olma gereksinimi duyulmuyorken, sanat
ve hayat temasını vurgu metni yapan çağdaş sanatın böylesine hayal ürünü bir
konsept üzerinden bienallerin bağlayıcılığı var mıdır? Yoksa söz konusu Mardin
olunca hazır kalıpta bir tanım olan kültürel kardeşlik ve ''taş'' hikâyesinin
baskınlığı mıdır? Peki, o zaman Ali Artun'a soruyorum, ''İstanbul'da hıyar,
Mardin'de cacık mı olduk?''.
Güncel Sanat
Gazetesi’nin, Mayıs sayısında Vasıf Kortun'la yapılmış bir röportaj vardı,
röportajda ilgimi çeken ki röportajın spotuna da koymuşlardı ''Yakında
berberler ve kuaförler de küratör olacaklardır'' cümlesi çok ağır ve anlamlı
bir eleştiri gibi geldi. Vasıf'ın altını çizdiği noktadan hareketle, Mardin
Bienali sizce kendini iyi anlatıyor mu? Daha açık sorarsak, hangi noktalarda ve
ne gibi eksiklikler görüyorsun?
Mardin Bienali bir
küratöryel çalışma yerine küratörsüz bir kolektif yapı içinde çalışmayı
deniyor. Bu durumun yani küratöryel çalışmanın bir sergi ve bienal için
gerekliliğini tartışması, yeni alternatifler üzerinden bienale bir izahat
getirmesi gibi durumları sergi süresince takip etmeye çalışacağız. Bu kolektif
yapı içinde daha önce küratöryel çalışmalarını takip ettiğim küratörler ve
sanatçılar var. Daha önce yaptıkları küratöryel birçok çalışmanın da bizzat
içinde yer aldım. Küratörsüz bienal diyoruz: Bu yerleştirmeyi yapmak için
sanatçılar belirlendi, gösterilecek işlerine karar verildi, uygun mekanlar vs.
Bunların tamamı birer küratöryel pratik olarak karşımıza çıkıyor. Ve her biri
için ayrı ayrı çalışma gerektirir. Dediğim gibi üçüncü bienal için küratöryel
çalışmaların sonuçlarını bekleyip görmemiz gerekecek. Bu kolektif (küratöryel
yapı) biz izleyicilere bienali izletmeye devam ettirebilecek mi? En basitinden
Bienal süresince sayıca çok fazla mekâna yayılmış sergilerin videolarını akşam
kapatıp sabah tekrar çalıştırabilecekler mi? Bir önceki bienalde bu
problemlerle çok sık karşılaşmıştık.
1. ve 2. Mardin
Bienalleri sanatsal bir durumdan ziyade kültürel öğelerin servis edildiği,
pazarlandığı, Mardin tanıtım günleri gibi ortaya kondu. 3. Mardin Bienali de
kavramsal çerçevesini 'mit' olarak belirlediği anda bu Bienalin de nasıl
görkemli etnik bir kültürel etkinliğe dönüşebileceğinin emarelerini veriyordu.
Tam da bu noktada ''mendilimde birkaç oya'' adındaki performansıma davetiye
çıkarılmış oluyordu.
1. 2. ve 3. Mardin Bienallerinin bu konularda ısrarcı olması, kendini
bunun üzerinden dayatması ve sunmasının sebebi bölgeye dair dezenformasyonlar
yaratmak mıdır?
Mardin Bienali
aracılığı ile konseptle ilişkilendirilmeden yapılan çok iyi ve güzel işler de
izledim, gördüm. Tanımadığım uluslararası birçok sanatçının işlerini de bienal
aracılığıyla tanıdım. Küratörlerle de tanıştım. Galericiler de gördüm. Bu bir
sanat döngüsü ya da algısının oluşması için yeterli bir sebep iken, yüzeyde,
çok yüzeyde sanatsal üretim ve sanatın herhangi bir durumu yerine kültürel bir
algı operasyonu gibi ısrarla vurgu noktaları bu tür yersiz anlatılara çekilmeye
çalışılıyor. Yani sanatsal anlatının kendisi Mardin dağının güneş görmeyen arka
yüzünde, kültürel hikayeler ise Mardin dağının güneş gören ön yüzünde (bakı etkisi)
bienal adı altında daha suni yollarla yeşertiliyor. Mardin Bienali üzerine
basında yer alan haber başlıklarından da bu durumu her şekilde görebilirsiniz.
Mesela yine sanatsal bir iddia ile Mardin'de kurulan Sabancı Müzesi’nde üç
yıldır bir serginin (Marius Bauer resim sergisi) devam ediyor olması hangi sanatsal durum ve
durumlara işarettir? Sabancı Müzesi İstanbul'daki müzesinde üç ayda bir sergi
yeniliyorken Mardin'de neden bir sergi üç yıl boyunca devem ettiriliyor? İlk
geldiklerinde çok gülümsüyorlardı ve çok heyecanlıydılar. Şimdilerde aman
denilip es mi geçiliyor?
Temennim bir
sonraki Mardin Bienalinin dünyanın herhangi bir yerindeki nitelikli bir bienal
gibi işlemesi, hem sanatçıların hem de küratöryel çalışmaların bu doğrultuda
gerçekleştirilmesidir.
MEHMET ALİ
BORAN
Lisans
eğitimini 2007 yılında Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik
Bölümünde tamamladı. İlk üretimlerini 2009 yılında üreten sanatçı üretimlerine
fotoğraf, video ve yerleştirmeler üzerinden devam etti. Kalabalıklar üzerinden
ve yaşadığı coğrafyadan hareketle, militarist baskının yarattığı travmayı ve bu
travma ile yaşamanın olağanlaşması üzerine işler üretti. Sanatçı, iktidar
alanının insanların olağan yaşantısına müdahalesi ile geliştiğine ve bu
genişlemenin devamlığı için insan davranışlarına müdahale ettiğine değinirken
bu tür bir ortamda bireysel olandan bahsedilemeyeceği gerçekliğini dile
getirmeye çalışır.