28 Kasım 2013 Perşembe

Birikim dergisi

Savaşın ve barışın, barışın ve savaşın tam ortasında konumlanmış bir dönemde yer alıyoruz.
 
-Bu serginin bütün oluşum aşamalarında bulundun sayılır, Fatih’le beraber bir tür ikinci (asistan) küratör olarak çalıştın. Öyleyse şu soruyu sorarak başlayalım. Bu sergi nasıl oluştu, hikâyesi nedir?
 
 - “Yersiz: Kader Birliği” sergisi Kızıltepe’de uzun bir süredir yapmayı tasarladığımız bir serginin Emre Zeytinoğlu küratörlüğünde somutlaşan halidir. İki yılı aşkın süredir bir hazırlık yapıyorduk, hatta buna sen de müdahil olmuştun. Ancak aksaklıklardan (mekân ve sergiye sponsor bulma gerekliliği…) ötürü sergiyi bir türlü gerçekleştiremedik.
 
Geçtiğimiz Mart ayında Emre Zeytinoğlu konuşmacı olarak yer aldığı bir etkinlik sebebiyle o sıralar Mardin’de bulunuyordu. Kızıltepe’de birlikte bir sergi yapmak istediğimden söz açınca da, bunu beraber omuzlayabileceğimize kanaat getirdik ve işe koyulduk. “Yersiz: Kader Birliği” sergisinin hikâyesi sadece bir sergi açmaktı.Tam da istediğim gibi bir hikâyeydi bu.Vaatten uzak, herhangi bir üst anlatımı olmayan bir anlayış... Kalın çerçeveli Mardin sülieti için sıradan bir akşamüstü yemeğinde alınmış bir karar, tüm hikaye işte bu. Bu durum benim sanat üretimlerimde de yatan temel etkendir. Herhangi bir değer atfetmeden üretmek ve gösteremek.
 
Sergi kurulum olarak iki ayrı şartel üzerine kuruluyor. İlk şartelde AVM’nin sergi salonu olarak dizayn ettiği yüksek tavanları bulunan mekânda; Şerif Kino’nun sanat yaşamı boyunca bir türlü son noktayı koyamadığı keman çalan figürleri (bu figürler bölgedeki birçok ressamın ilham kaynağı olmuş ve sorunsallarının başında yer almıştır. Batı toplumları ile özdeşleşen türlü türlü enstrümantallerle poz veren tuvallerdeki figürlerin esrikliği nedendir bilinmez ama umarım bu esrikliği coğrafik bir nedene bağlamıyorlardır.) yeralıyor. Kino’nun resimlerinin sağ ve sol tarafına konumlanan sergideki diğer sanatçıların bu zamana değin yapmış oldukları tüm işlerini sergi salonuna getirip sergilemek istemeleri ise ince bir ayrıntı olarak gözden kaçmıyordu. Resim galerisi olarak dizayn edilen bu alanın karşısında bulunan alanda ise bir kapıdan içeriye giriliyor, ince bir koridordan sonra AVM’de mimari bir hata olarak geniş ve uzun bir alana geçiliyor. İkinci şartel olan bu boş alanı da biz kendimize göre kullanarak güncel sanat sergisini burada konumlandırdık.
 
- “Yersiz: Kader Birliği” 2007 yılında yapılan “Sen N Sanıyorsun” sergisinden sonra Kızıltepe’de yapılan ikinci sergi. O sergi sıfır imkânla metruk bir hamamda yapılmıştı, pek duyulur bir sergi olmamasına rağmen bazı eleştirmenlerce derdini iyi anlatan bir sergi olarak kabul edilmişti. Bu serginin derdini dillendirme ve daha fazla insana ulaşma açısından durumu nedir? Bu açıdan gözlemin nedir?
 
- Sanatsal rüştünü ıspatlamış olan Kızıltepe’de -ki 2009 yılından bu yana Kızıltepe dışında merkezde (İstanbul) ben, Fatih Tan ve Mehmet Çeper’in  İstanbul’da yer aldığımız sergiler üzerinden bir çok galeri, sanatçı, eleştirmen ve küratörün Kızıltepe’yi bizim üretimlerimiz üzerinden tanınmasıyla gerçekleşti- 2007 yılında “Sen N Sanıyorsun” sergisinden sonra 2009 yılının Haziran ayında Kızıltepe ve Hataylı sanatçılara özel, “Depo”da bir sergi açıldı. Bu sergi bağlam olarak yer kavramları üzerinden sanataşırı durumlara işaret ediyordu.
 
“Yersiz: Kader Birliği” ise bulunduğu mekânı (Kızıltepe) gösterme gayesinden biraz daha sıyrılarak sergide yer alan sanatçılar, gösterilecek işler ve küratöryel çalışma bağlamında; sergi öncesi sosyal medya üzerinden konuşulması ve tartışılması ile bu tartışmaların sanatçı, küratör, sergi bağlamında konuşuluyor olması “Yersiz: Kader Birliği”nin bir mekân algısından uzakta tutulmasını sağlıyordu. Yoğunluk alanı serginin kendisine idi. Bu durumdan hoşnut kaldık. Çünkü merkez dışındaki sanatsal faaliyetlere bir vitrin edasında bakılmaktadır, hele hele söz konusu medeniyetler beşiği diye tabir edilen Mardin olunca. Sergi üzerine sergi öncesi ortaya çıkan bu durum amacına yönelmiş bir vaziyetin habercisiydi. De facto bir durum olarak tanıtım ve serginin görünür kılınması için gerek yerel gerekse ulusal basın haberdar edildi. Ulusal bir tv kanalının kültür-sanat programında sergi açılışında sanatçılarla yapılan ropörtajlar yayınlandı. Yine sergi öncesi bir çok ulusal dergide serginin haberleri yer aldı. Bu da serginin sayıca fazla insana ulaştığının göstergesi oluyordu tabii.
 

- Siyasi angajmanda ağızda sakız bir deyim, “kader birliği” ifadesi, son dönemde Türkiye siyaset arenasında da oldukça sık dillendiriliyor. Geleceği  işaret eden bir söylem, bağlılığı, birliği, dayanışmayı hissettirse de içeriği çok belirsiz bir söylem gibi duruyor. Hatta manipülatif bile denebilir. Sen ne diyorsun bu söyleme? “Yersiz: Kader Birliği”
nin senin baktığın yer’den ve sergi
bağlamında oturduğu yer nedir?


- Evet öyle. “Yersiz: Kader Birliği” sergisinde de bu kavramın kimler arasında olduğu ya da oluşturulabileceği üzerinde duruldu.  
 
- Mardin son dönemde çok kültürlülük/medeniyetler buluşması ajandasının merkezi olmuş durumda, bu kentte yapılan kültürel yatırımlara genellikle bu açıdan yaklaşmak gibi bir eğilim gözlenmekte. Hem resmi girişimler hem de çok az olsa da özel girişim genellikle bu kanalı takip ediyor. Anladığım kadarıyla bu iki yönden işletilen bir düşünce ve politikayı takip ediyor. Bu politika ilk elden turistik açıdan işe yararken ikincil olarak da aşırı politikleşmiş, çatışmalı bir coğrafyadan dünyaya farklı bir resim verilmek isteniyor gibi bir kaygı var. Oysa ki tarihe dönüp baktığımızda Mardin’de meydana gelmiş bir çok dini ve kültürel kıyım var?  Bütün bunlar ışığında Mardin’in kültürel politikalar açısından yerini nerede görüyorsun?
 
- 2023 yılında Mardin’in camlı bir çerçeve içerisinde Mardinlilere emanet edileceğini birileri açıkladı. Tek tip kapılar, aynı renk duvarlar, tek renk pencereler, aynı ebattaki reklam panolar vs., yani renksiz ve aşırı yoğun bir mimari… Kültürel politikaların asıl adapte noktası 2023; bu tarihten sonra Mardin sokaklarında yürüdüğümüzde iki yüzyıl geriye gidecek ve kendimizi 1800’lü yılların başında hissedecekmişiz. Bu ne kadar iyi bir durum bilmiyorum. Kültürel bir hammadde alanına  dönüştürülen Mardin’de, otuz yılı aşkın bir süredir  yaşanan aşırı politikleşmiş durum gündelik hayatın içine işlemiş ve coğrafyanın hemen hemen birçok şehri siyasi-politik bir kader birliğine kanalize edilmiş vaziyette. Mardin üzerinden hedef şaşırtarak bölgenin politik ve siyasi durumunun gözardı edilemeyeceğini düşünüyorum. İçerdeki çelişkiler tam da senin değindiğin gibi oluşmuş politik ve siyasi kültürle ilişkili. Arka planda kalan ise diğerleri yer almaktadır.
 
- Mardin’nin nevi şahsına munhasır bir bienali var. Bu bienalin kentle veya coğrafya ile ilişkisini birkaç noktadan merak ediyorum doğrusu. Öncelikle İstanbul Bienal’i her seferinde büyük siyasal sanatsal tartışmalara yol açıyorken ve Bienalin oluşma sürecinde yerelden birçok dinamik sürece öyle veya böyle dahil olabiliyorken, Mardin için bu durum söz konusu mu? Yani bienal öncesi Mardin’den ne düzeyde bir etki devşiriliyor? Ya da devşiriyor mu? İkinci olarak Bienali olan bir kentin güncel sanata yatırımı ne düzeyde kalıyor, yani 6 yılda iki tane sergi oldu bu kentte ama iki yılda bir bienal oluyor? Sanatsal üretim ve etkinlikler açısından çelişkili değil mi bu durum sence?  
 
- Mardin bienallerinin birincisi Döne Otyam ikincisi ise Paolo Colombo küratörlüğünde gerçekleşti. Birincisinde kavramsal çerçeve büyülü güçleri ortaya çıkarmaya yarayan “abrakadabra” gibi kalıplaşmış bir cümleden hareketle sokak aralarında üstü kapalı geçitlere verilen  “abbara” kelimesi ile özdeşlik kurularak “abbarakadabra” ismiyle gerçekleşti. İkincisi ise bir kişiye, zamana, olaya, olguya, duruma vs. ama özellikle de Mardin’e iki defa bakmak gerektiğini irdeleyen ancak o zaman gösterilmek isteneni görebileceğimiz ikinci bienal “duble bakış” adında ortaya kondu.
 
Bu iki bienalin isminden de anlaşacağı üzere bölgenin asıl çıkmazlarından, çelişkilerinden var olan siyasi ve politik (ki bu en önemlisi) durumlarından uzakta konumlandığını görebiliriz. Dillendirilen ve gösterilen; karaya vurmuş birkaç göstermelik kavram…Yalnızca bienal değil, burada yapılan ve çok yüksek bütçeleri bulunan kültürel aktivitelerin tamamı bu kavramlar (çok kültürlülük, medeniyetler buluşması, din kardeşliği) üzerinden hareket eder ve işaret ettiği nokta da farklı kapılara çıkmaz, yine o kavramların kendisine dönmektedir. Hal böyleyken bienal öncesi, bienal zamanı ve sonrası üzerine konuşulacak veya müdahil olunacak bir durum olmuyor ortada. Her iki bienalin açılış törenleri görkemli mekânlarda halay eşliğinde gerçekleşirken, törenin tamamında da yalnızca basın, bienalde yer alan sanatçılar ve serginin kurulumunda görevlendirilen iki elin parmaklarını geçebilen halk eşliğinde açılış gerçekleşir ve sonra da bienal biter. Bieanal biter diyorum çünkü açılış sonrasına bırakılmış bienal kapsamında bir etkinlik yoktur ve bienal mekânları olarak seçilen mekânların aşırı yoğun mimarisi içine yerleştirilmiş işleri görmek için kimi zaman bir damdan atlamanız, kimi zaman da evlerin altında bulunan mahzenlerden geçmeniz gerekiyor. Çok aşırı girintisi ve çıkıntısı bulunan bu mekânlarda işlere bakma ihtiyacı duymazsınız. Mardin ovasını ve mekânların yapısını izlemeye doyamazsınız çünkü. İşler o arada kaybolup gidiyor. Eğer açılış akşamı tüm bu zorluklara rağmen sergiyi gezebildiyseniz şanslısınızdır aksi takdirde ertesi hafta ya mekânı bulamazsınız ya da mekânı bulduğunuzda da mekân kapalı olur. Bienalin sanırım onursal başkanı olmaya aday gibi görünen “Döne Otyam” Mardin bienalinden önce bir gazetede verdiği demeçte kullandığı “sanatı Mardin’e ithal etmek” gibi tanımlamalarını hatırlatmakta fayda görüyorum. Bu durumda ben de sorduğun soruyu sana yöneltiyorum Mahmut: Böylesi ulvi emelleri olan ve bu şekilde işleyen bienalin güncel sanat yatırımı ne olabilir?
 
- Uzun zamandır güncel sanatla uğraşıyorsun ve genellikle de video işlerle meşgulsun.  Videolarında çoğunlukla tahakküm ilişkilerini, iktidarın içerilmiş hallerini, göze çarpmayan toplumsal eşitsizlikleri ve siyasi çelişkileri ince bir mizahi dille göstermeye çalışıyorsun.  Klişe imgeler ve güncel siyasi söylemin içine girmektense, birkaç tabaka daha altta yatan durumlara takılmak gibi bir yaklaşımla var ediyorsun çalışmalarını. İmge ile temasın biraz daha gerilimli görünüyor. Bu gerilim, öne sürdüğün düşüncenin, fikrin, hissin veya tek başına çıplak görüntünün ucu açıklığından kaynaklanıyor gibi. Hep süreç/oluş halinde olan bir temas söz konusu, noktayı koymuyor, meselenin biraz daha ötesine geçmemize zorluyor. Dolayısıyla izleyiciyi de gerilime zorluyor. Yüzeyde sunduğun çağrı, izleyiciye atılmış bir olta gibi.
 
- Videoları üretimlerimdeki baskın medyum olarak kullandığım doğrudur. Var olan olayın, anın veya durumun kendisi (yüzeydeki) o olayı ve ânı bir sanatsal kurgudan uzak tutuyor. Bu da sanatçının kendi anlatımından uzaklaşmasına ve üreticiye ait temel üretim kanallarının tıkanmasına neden oluyor. Bunun yerine senin tabirinle birkaç tabaka altta bulunan olayların altında yatan herhangi bir temel etkinin veya ânın üzerinden bir kesit alıyorum. Bu kesit veya görüntünün bir dönem kalabalıklar üzerinden  ortaya koyduğum üretimlerimde muktedirlerin dayattığı -tam da onların istediği gibi düzgün, dürüst, bağlı, söz dinleyen- prototipleri gösteriyordum. Kişi veya kişiler adına teslimiyetçi diye algılanabilecek bu vaziyetler pasif direnme şekilleri olarak çalışmalarımda ruh buluyordu.
 
“Hazrol Durumları” adındaki videoda toplum üzerinde oluşturulmuş korkuyu; harekete geçirdiğim kalabalığın tepkilerini bir sinyal üzerinden şekillendirdim. Bu videonun serisi olan “Aç Bacaklarını” adındaki işimde kalabalığı teslim aldım. “Toparlamak” adındaki üçlemenin son serisi olan görselde kalabalığı uygun adımda yürüttüm. “Slient Secream” adındaki videoda yine kalabalıklara çığlık attırdım. “Devre Arası” adındaki işimde bu kalabalıkları köşeye sıkıştırdım. “Refresh Memori” ile şehri bağladım. “Sarmaş Dolaş”ta bayrak direğinin tepesine çıkardığım bir gence, direğe sarılarak sevgisini ve bağlılığını göstermesini sağladım. Bu üretimlerin tamamında bu ve benzeri eylemler sergileniyor. Kişi veya kişilerin iktidar ve otorite gibi dayatmacı ve baskıcı yöntem algılarını kabullenmesi ve bir yerde içselleştirmişler gibi duruyor olmaları… İşte bu kabullenme üzerinden izleyiciye sunduğum ironilerin izleyicideki tahayyül etme biçimi pasif direnişler olarak ruh buluyor.
 
- Sergideki videonda rıza ile var edilmiş, içselleştirilmiş ama aslında yabancılaşmayı (kendileri için değil) bize gösteren, kimsenin çıkarına olmayan ancak efendilerin çıkarına olabilecek kör dövüşü bir mevzilenme hali var. Ne diyorsun halklar savaştan yoruldu mu? 

-
Evet. Bu yorgunluk miadını çoktan doldurdu. Süregelen bir savaş var: Bitmek tükenmek bilmeyen,  sürekli devam eden, duran, tekrar başlayan, stratejiler değiştiren, yine başlayan, yine biten ve tekrar devam eden bir video… İki dağ, kuru bir toprak ve bu kuru toprak üzerine konumlanmış bir mevzi… “Area Defance” adındaki çalışmam iki ayrı işten oluşuyor. İlki fotoğraf diğeri de video olarak çekildi. Fotoğrafta mevzinin içinde kırmızı şortuyla artistike bir hareketle havlusunun üzerinde sırtüstü uzanmış güneşlenmekte olan bir kişinin içerisinde bulunduğu alanı görüntüsü ile bozuma uğrattığı halidir. İçinden çıkılması kolay olan ama içerisinde bulundukları alanın, yarattığı kafa karışıklığından kaynaklı bu durumu sonlandıramayan tarafların meselesi….
 
Savaşın ve barışın, barışın ve savaşın tam ortasında konumlanmış bir dönemde yer alıyoruz. Durumun barışa evrilme fikri aşırı umutlandırıcı. Yüzümde aylardır bir tebessüm var. Ve bu umudu yitirmek istemiyorum. O mevzinin ortadan kalkması gerekiyor. Çünkü o mevzi tarafları kışkırtıyor  ve kafalarının bulanmasına sebep oluyor.
 
- Güncel sanat  doksanlı yılların ikinci yarısından beri Kürt sanatçılarının uğraş alanlarından biri ve uzun süre özellikle Diyarbakır’da yaşayan birkaç sanatçı üzerinden bilinir oldu. Gözlemlediğim kadarıyla Mardin’de Diyarbakır’dan daha farklı bir güncel sanat etkileşimi var. Diyarbakır’da Çukurova Güzel Sanatlar’dan gelme yakın bir etkileşim biçimi söz konusu iken, burada sanatçıların daha tekil ve daha özerk bir duruşları var gibi? Ne düşünüyorsun?
 
- Akademi eğitimi aldığım yıllarda içine girdiğim sanatsal arayışlar, yaptığım okumalar neticesinde İstanbul’da güncel sanatla tanıştım. Üretimlerimi Kızıltepe’ye döndükten sonra gerçekleştirmeye başladım. Burada bir güncel sanat yapılanmasının olduğunu “Sen N Sanıyorsun” sergisi aracılığıyla biliyordum. Sergiyi düzenleyen sanatçılarla sonradan tanıştık (Fatih-Çeper). Onlar da ayrı zamanalarda -Çeper Kızıltepede, Fatih Hatay’da- güncel sanat üzerinde çalışmaya başlamışlar. Yani birbirimizden bağımsız, bireysel olarak yönelimlerimiz olmuş. Oluşturulmamış, herkesin kendi tarafından ortaya koyduğu bir çaba söz konusu oldu. Halen de bu şekilde devam etmekte.
 
- Klasik olacak ama Mardin’de sanat yapıp Türkiye’de veya ulus aşırı etkinliklerde görünür olma şansı nedir? İşlerinizin dünyadan veya İstanbul’dan takip edilme şansı nedir?
 
-Takip edilmezsem üretemem. Bağımsız çalışan bir sanatçı olarak, sanat üretimlerimin bağlamı dışında yükümlülüklerim bulunuyor. Birincil olarak reklam unsuru ortaya çıkıyor. Eser, sanatçı, küratör, galeri, kolleksiyoner ve izleyici denklemlerinin kendi aralarında oluşturdukları nihai bir sanat pazarı alanı söz konusu. Bu kavramların öznesi durumunda bulunan sanatçının reklam unsuru üzerinden kendini teşhir etmesi, üretimleri aracılığı ile sanat pazarı alanını zorlaması ve bu alanda  kendine yer açması gerekiyor. 2009 yılının Mayıs ayında yer aldığığm “outlet” galeri (şimdiki pilot) “Telaşa Mahal Yok” adındaki sergi benim bu pazara müdahil olduğum ilk sergidir. Bu sergi ile başlayan sanat serüvenim yurt içinde ve yurt dışında devam eden sergiler aracılığı ile de devam etmekte.
 
- Son olarak, Gezi olaylarında ve sonrasında güncel sanat ortamından tanıdığımız birçok sanatçının aktif roller üstlendiğini gördük. Sokakta da çok ciddi muhalif bir farkındalık yaratma rolu oynadılar? Sanatçıların sokağa çıkması ve orada siyaset yapma biçimini sen nasıl değerlendiriyorsun?  
 
- Gezi’nin bence bir direnme ve başkaldırı olarak nitelendirilmesi gerekli. Orada çok farklı bir ruh vardı, Gezi ruhu için yaptığım bu yakıştırmalar konvansiyonel bir durum olarak veya yorum olarak da görülebilir. Yalnız güncel sanatçılar değil, toplumun birçok kesiminden bireylerin seslerini  yükselttiklerini gördük. Bu tür eylemlerde görmeye alışık olmadığımız örgütsüz bireyler, fanatik gruplar internet gençliği deyip es geçilen birçok dinamiğin Gezi Parkı’nda bir şeyler yapmaya veya söyleme geldiğini gördük. Kahramanı olmayan bu alanda sergilenen eylemler 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren galerilerde, bağımsız sergi mekânlarında ve kamusal alanlarda türlü medyumlarla ve performanslar aracılığıyla güncel sanatçılar tarafından ortaya konan üretimler ve sergilerin bu defa alanlara taşındığına şahit olduk. Gücü elinde bulunduranlara karşı pasif direnme şekilleriyle (verilen komutlara uymak gibi sevdirilmek istenen nesneyi sevmek- hazırolda durmak -teslim olmak gibi) militarist ritüelleri kabullenmiş gibi durarak güç olanın kavramsal alt yapısını rencide etmek ve bunun üzerinden “güç” olanı bozuma uğratma yoluna gitmek eylemcilerin ve alanın hâkim algısı durumundaydı. 2011 yılında Depo’da gerçekleşen “Ateşin Düştüğü Yer” sergisinden birkaç işi hatırlarsak, bir sanatçı “Kahrolsun İnsan Hakları” diye uzun ince bir afiş üzerine slogan atıyordu. Yine Mehmet Çeper’in aynı sergide “Her Sivil Bir Askerdir!” çalışması   Gezi Parkı alanında farklı farklı sloganlar ve eylemler olarak meydana taşınmış gibiydi. Bu anlamda güncel sanatçıların ve üretimlerinin Gezi Parkı’nda yaşama paralel bir noktada, yaşamın içerisinde sergilenmiş olmasını sanatsal üretimler noktasında gerekli ve önemli buluyorum. Alandaki “Kırmızlı Kadın”, Kahrolsun bazı şeyler” sloganı pembeye boyanan iş makineleri polisin karşısında oturup kitap okumak gibi eylemlikler, heyecan vericiydi.
 
- Söyleşi için çok teşekkürler.
 
- Ben teşekkür ederim.

A hero