Outlet Bağımsız Sanat Mekanı, açılışının birinci yılı vesilesiyle 2009 Eylül ayında 2008/2009 Almanak‘ı yayınladı. Mekanın yaratıcısı Azra Tüzünoğlu ile Almanak’ta öne çıkan meseleler üzerine konuştuk. –İz Öztat
İ.Ö. Outlet’in yayın politikasıyla hem kendi tarihini kayda geçirdiğini, hem de Türkiye’de güncel sanat tarihinin yazımına, şekillenmesine katkıda bulunduğunu görüyoruz. Yaptığınız yayınlarla kimlere ulaştınız? Nasıl tepkiler aldınız? Oluşturduğunuz mirasın nasıl etkileri olacağını öngörüyorsunuz?
A.T. Yayınlar çokça kişiye ulaştı. Sadece belirli bir sanatsever kitleye değil, öğrencilere, konuya yeni ilgi duymaya başlayanlara da seslenen kitaplar oldu bunlar. Dersimiz güncel sanat kitabını, yaz başında çıkardığımız için sonbaharla birlikte eleştiriler duymaya başladık. Türkiye’de eleştiri duymak çok kolay değil. Hem neredeyse herkesin birbirini tanıdığı çokça dar bir alanda üretim yapıldığından, hem de bu alanda çalışan bağımsız eleştirmen eksikliğinden. Ancak kitaplarla ilgili fena eleştiriler almadığımızı söyleyebilirim. Bu yayınları sürekli ve çeşitli kılmak temel hedefimiz ve fakat etkilerinin nasıl olacağını zaman gösterecek. Bir yandan da biz zaten yapılması gerekeni yapıyoruz; etkisi, yankısı, meraklıların, takipçilerin, araştırmacıların işi olsun.
İ.Ö. Nasıl eleştiriler aldığınızdan kısaca bahseder misiniz?
A.T. Eleştiriler genel anlamda olumluydu. Üniversitelerin güzel sanatlar bölümlerinde müfredata alanlar bile olmuş. Benim için şaşırtıcı ama güzel bir gelişme. Öte tarafta tek kitapla dünyayı değiştirmek gibi kaygımız yok. Ama en başta bu kitapların, konuşmaların, karşılaşmaların devamlılığını yaratma zorunluluğu var. Kitap çıkarmak hem çok zaman, hem çok emek ve hem de yüksek bütçe gerektiren bir iş. Bu yüzden hayal ettiğimiz her kitabı çıkaramıyoruz. Kitaplarımıza gelen önemli eleştirilerden biri, kitapların siyah-beyaz olmasıydı. İkincisi de dilin Türkçe olması. Almanak’ı İngilizce-Türkçe çıkardık ama diğerleri için böyle bir zaman yaratamadık açıkçası.
İ.Ö. Birkaç sergiden sonra iyice görünür olan ve Almanak‘ta da birkaç kişinin dikkat çektiği merkez-çevre ilişkisini sorunsallaştırma ve Anadolu’dan gelenlerin kendilerine yer bulmasına olanak sağlamak gibi bir amacınız var. Anadolu’da üreten sanatçılarla nasıl diyaloğa geçiyorsunuz, ya da onlar size nasıl ulaşıyor? Outlet’in sağladığı görünürlük, hep İstanbul’a endeksli olduğu söylenen çevre üretimini sizce nasıl etkiliyor?
A.T. Aslına bakarsan benim sadece Anadolu orijinli olmak gibi aşırı bir çabam yok. Doğu- batı, merkez- periferi ayrımlarına gitmeden, sanatsal üretimin peşine düşmek ve paylaşmak derdindeyim; bu üretimin nereden geldiği benim için çok önemli değil. Biz geçen yıl Anadolu’dan ne kadar insanla çalıştıysak, bir o kadarı İstanbul’dan, kalanı da Türkiye dışındandı. Ancak sanırım İstanbul sanat çevresi için merkez-periferi hala ciddi bir ayrım ve bu ayrımı yapmayan bir galeriyle karşılaştığında insanların aklında en çok “bizden olmayan” diye gördükleri Anadolulu sanatçılar geliyor. Doğrusu bu ayrımlar benim hiç derdim olmadı, olmayacak da.
İstanbul’a endeksli olduğu söylenen çevre üretimi meselesine gelince… Bence böyle bir dönem vardı. Kabul edilir-edilmez, ya da sertçe eleştirilir ama bugün başka bir noktadayız. İletişim-erişim ağları artık merkez diye tanımlanan bir hat üzerinden geçmiyor. Artık her yer merkez, her yer ulaşılabilir. Dolayısıyla fazladan bir merkeze ihtiyaç yok.
Sanatçılarla nasıl diyaloğa geçiyorum? Çokça seyahat ediyorum, sergilerden haberdar olmaya, mümkünse bunların çoğunu görmeye çalışıyorum. Dahası üniversitelerdeki sanat bölümleriyle, çeşitli enstitü ve kurumlarla bağlantılarım var. En önemli işim atölyeleri ziyaret etmek. Ve artık internet gibi bir erişim kanalı, herkesin sitesi-blogu varken insanlara ulaşmak o kadar da zor değil. Kaldı ki çokça sanatçı Outlet’e geliyor, dosya gönderiyor. Sanatçılarla diyaloğa geçmek kolay ancak asıl mesele, bu diyaloğun ve ortak üretimin devamlı olması.
İ.Ö. Merkez-çevre tanımında 90’lardan bugüne bir dönüşüm olduğundan bahsettiniz. 90’larda çıkan işlerle bugünkü üretimi karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz? Birlikte çalıştığınız sanatçılarda nasıl bir değişim gözlemlediniz?
A.T. Bence en temel farklılık yerelden küresele doğru dönüşen bir dil farklılığı. Tüm sanatçılar için geçerli olmasa da genelde böyle bir farklılık göze çarpıyor. İstanbul’a veya Avrupa’ya odaklı üretim yapmamak buna bağlı olan ikinci farklılık. Üçüncüsü, ortak çalışma alışkanlıklar arasındaki farklılık. Bugün sanatçılar çok daha yalnız. Ortak üretim ve ortak bilgi paylaşımı oldukça azaldı. 90’larda grup, hatta milli takım diye tanımlanan sanatçılar, küratörsüz sanatçı sergileri varken bugün artık star sanatçılar, star küratörler var. Bu farklılıkları çoğaltmak mümkün ama benim çokça fark ettiğim, sanatçılarda anlatımcılık azalmaya başladı. Dünya bugün daha küçük bir yer ve coğrafya, politik durum, etnik meseleler konusunda insanlar biraz daha bilgililer. Sanatçının meseleleri nasıl yorumladığı, ona ne kattığı, ne gösterdiği çok daha önemli hale geldi, geliyor. Anlar önemli, deneyim önemli. Ayağını yerden kesecek, bildiğin şeyleri ters yüz edecek üretimler yapmak zor ancak zorunlu. Bir yandan da ticarileşme gibi ciddi bir tehlike de var. Bir galericinin bunu söylemesi tuhaf gelebilir ama sonuçta ticarileşme en çok sanatçının meselesi. Bugünlerde sıkça rastladığım bir tavır var: galeriye doğru satılabilir iş üretmek. Bence bu 90’larda güncel sanatçılar arasında değil de belki daha modernistlerde rastlanan bir şeydi. Doğrusu biz, koleksiyoner ne alır, duvarına ne asar diye düşünmekten öte, sanatçı ne yapıyor, neyi dert ediyor, çalışma bugüne nasıl oturuyor-cevap veriyor, neleri önceliyor ve bunları nasıl ifade ediyor ile ilgileniyoruz. Sanatçı, direkt hazır koleksiyonerleri düşünerek iş yapıyorsa burada ciddi bir problem vardır. Bir bakıyorsunuz, gencecik okuldan mezun olmak üzere olan bir sanatçı size işlerini getiriyor ve hiçbir deneysellik, hiçbir yorum, bakış farklılığı yok. Sadece duvar süslemeye yönelik işler. Ve bu tavrın giderek arttığı bir sanatçı grubu var. Doğrusu bu beni ciddi şekilde kaygılandırıyor.
İ.Ö. Bu devamlılık nasıl sağlanıyor? Sanatçılarla sürdürülebilir bir diyalog nasıl mümkün?
A.T. Sanatçılarla sürdürülebilir bir diyalog kurmak işin en zor kısmı bence. Her sanatçı kendi dünyasının kralı. Bu anlamda çalışmalara, bakış açısına getirdiğiniz en ufak eleştiri oldukça kırıcı olabiliyor. Bunu çoktan aşmış kişiler var pek tabii ama hala kendiyle işi arasına mesafe koyamayan sanatçılarla çalışmak, devam etmek çok güç. Fark ettim ki, aslında bu diyaloğun sürdürülmesinde herkesin bildiğinden fazlasını bilmiyorum. Tüm bu süreç doğal olarak işliyor ya da işlemiyor.
İ.Ö. Outlet’ten İstanbuldaki “bağımsız mekanlar”dan biri olarak bahsediliyor. “Bağımsızlık” içinde bulunduğumuz ortamda sizce nedir?
A.T. Bir kuruma ya da sermayaye bağlı olmadan, bu unsurların çıkarlarını göz etmeden hareket edebiliyor olmak bu ortamda bağımsızlık demek bence. Bizim çok sayıda sponsorumuz oldu, çoğu da hala devam ediyor. Ancak, hiçbir zaman bu kurumlar bizim sergi içeriklerimize, çıkardığımız kitaplara, davet ettiğimiz sanatçılara vs. karışmadılar. Birilerini düşünerek iş yapıyorsanız pek bağımsız olduğunuz söylenemez.
İ.Ö. “Eleştiri dozu yüksek işler” ve özellikle sivil-iktidar ilişkilerine odaklanan, militarizm eleştirisi içeren işler gösteriyorsunuz. Herhangi bir iş sansürlendi mi, beklediğinizden farklı tepki aldı mı? Oto-sansür söz konusu oluyor mu?
A.T. Sanatın doğası eleştiri. Eleştiriden kaçmak, sanatı evleri süsleyen birer nesneye indirmek olur. Bu da benim ilgimi çekseydi dekoratör olurdum. Hayatın içini açan, nefes alma alanları yaratan şeyleri seviyorum. Bu bazen sanattır, bazen birinin bir tavrı-davranışı, bazen de bambaşka bir şeydir. Her ne ise beni heyecanlandıran onu paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Sansür bugüne dek hiç gündemimize gelmedi. Sanırım pek çok kişi için oldukça radikal olabilecek işler gösteriyoruz ama sonuçta hayat bizim eşiğimizi yükseltiyor. Eğer bir gay, cinsel kimliğinden ötürü sokakta öldürülüyorsa, bizim galeride ölmüş bir adam fotoğrafı göstermemiz o kadar da sert değildir bence. Hayat sansürsüz, sanat da öyle olmalı.
İ.Ö. Sergiler nasıl şekilleniyor? Küratöryel sürecinizden bahseder misiniz?
A.T. Sergileri yaparken hazır bir reçetemiz yok. Bazen bir iş diğerini çağırıyor, sergi ortaya çıkıyor. Bazen bir kavramın peşine takılıp kuruyoruz sergiyi. Kişisel sergilerde ise, daha çok, Türkiye’de daha evvel sergilenmemiş, buralı izleyiciyle paylaşılması gereken işlere yer veriyoruz. Sanatçının zaten belli bir izleği olduğu için, kişisel sergiler doğal olarak bazı meselelerle birlikte doğuyor.
İ.Ö. “Acil Çıkış” sergisinde işlerini gördüğümüz Nilbar Güreş ve Nevin Aladağ’ın, “Kişilik Krizi” sergisinde karşılaştığımız Erkan Özgen’in yeni işlerini 11. İstanbul Bienali’nde gördük. Bunda Outlet’in bir rolü var mı?
A.T. Hem var hem yok. Saydığınız tüm sanatçılarla geçen yıl sergiler yaptık. Bienal küratörleri bu sergileri gördüler, sanatçıların diğer çalışmalarını da kendileriyle paylaştık, defalarca görüşüldü. Bizim sayemizde oldu desek fazla bir şey söylemiş oluruz. Bu sanatçılar zaten yıllardır bu işe emek veriyorlar. Ama hiçbir payımız yok desek de haksızlık olur. Biz elimizden geleni yaptık ama bu seçkide ne kadar rolümüz oldu doğrusu hesaplamak güç.
İ.Ö. Sanat eğitimine ve sanat öğrencileriyle ilişki içinde olmaya önem verdiğinizi biliyoruz. Yıldız Teknik Üniversitesi’nin hiç demokratik olmayan bir şekilde Davutpaşa kampüsüne taşınmaya zorlanması konusunda ne düşünüyorsunuz?
A.T. Epey sakat bir durum ancak şaşırmadım. Yakın zamanda biz de bu yeni kurmakta olduğumuz mahalleden taşınmak zorunda kalacağız gibi bir his var içimde. Sonuçta İstanbul günden güne farklı sermayelerin çekim merkezi bir yer olmaya doğru gidiyor. Galataport kapımızda. Fındıklı’daki Mimar Sinan da, biz Tophane’deki galeriler de hepimiz kendi mahallemizde konuk gibiyiz. Yarın, oteller, barlar, alışveriş merkezleri olacak bu mekanların ön hazırlığını yapıyoruz. Meselenin bir ayağı bu hızlı kapital akışı ve mutenalaşmaya bağlanabilir, bir diğer ayağı ise, zaten çok da memleket gündeminde olmayan bu sanat eğitiminin başka bir yerde sürdürülebileceği fikridir. Sanat, memlekette hep bir fazla, zaman kaybı dahası boş zaman işi olarak görüldüğünden, bu boş işle uğraşanlar başka bir yerde de bu yaptıklarını sürdürebilirler diye düşünülmüş olabilir. Bu Davutpaşa kampüsünün iyi tarafı da var. Sanatla uğraşacak bu genç insanlara hayatın farklı köşelerini gösterme ihtimali bana enteresan geliyor. Kot fabrikaları, otomobil tamircileri vs. arasından geçip, Hans Ulrich Obrist okumak insana derinlikli bir perspektif de kazandırabilir.
8 Mart 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)